Uskumru, İstanbul Boğazının en güzel ve en aranan balığı idi. Özellikle yılın ilk üç ayında, iyice yağlanır ve lezzetlenirdi. 1945-1950 yılları döneminde ben ilkokul öğrencisi idim. Hayatı öğrenme ve gözlemleme dönemimdi diyebilirim. Benim babam tarafı büyük dedelerimiz boğazda balıkçılık yapan insanlardı.
Faaliyet ve ikamet yerleri Paşabahçe idi. Benim doğum yerimde zaten Paşabahçe’dir. Şimdilerde, İstanbul Belediyesi’nin Paşabahçe’deki sosyal tesis sahası, bizim dedelerimizden bizlere intikal etmiş 41,5 dönümlük bir arazi idi. Adı Burunbahçe idi, şimdilerde olmayan Tekel Rakı Fabrikasının tam yanı idi. Balıkçılığı sürdüren aile büyüklerimiz, bu arazinin daha uygun olan kuzey bölümünde çalışırlardı. Şimdilerde plaj olan düz bölümünde, kıyıdan 30 m. kadar içeride altı kayıkhane, üst katı depo ve toplanma odaları olan ahşap bir konak vardı. Kayıkhanede, irili ufaklı 10 kadar balıkçı teknesi konuşlanırdı. Bunlar, boyları 10-12 m. olan ve kürekle yüzdürülen kancabaş tekneleri idi. O zamanlar bu işlerde motorlu tekneler kullanılmazdı.
Bu teknelerin büyükleri altı kişi ve üç çift kürekle hareket edebilirdi. Küçükler ise, boyuna göre, iki çift veya iki tek kürekle işlev yaparlardı. Balık çekmek için büyük ve uzun boy ağalar, geceden boğaza dökülür, sabah erken saatlerde de toplanırdı. Ağı toplama işlemi, ağın boyuna göre, karadan iki ayrı noktadan insan gücü ile yapılırdı. O zamanlar elektrikli bocurgat falan yok! Balık ağının iki ucuna bilek kalınlığında halat bağlanır, bu halatlar denizden karaya doğru insan gücü ile çekilirdi. Her bir çekim halatının başında 8-10 kişilik ekip bulunurdu. Ekipte yer alan ırgatlar ayaklarında balıkçı çizmesi, üstlerinde muşamba, bellerinde geniş kemerler ve bunlara bağlı ve ucunda kurşun ağırlık bulunan ince iplerle halata deniz tarafından bağlanırlar ve “Hey gidi yallah, hey yallah; bereket gelsin inşallah” diye ritmik şarkı söyleyerek ağı geriye doğru çekerlerdi. Kalın halatın sonuna ulaşan ırgat, kendini çözer, ekibin en başına gider, yeniden bağlanırdı. Tempolu söylenen şarkıya ve ekibe katılırdı. Bazan ırgatlar yorulur, çekim temposu yavaşlar, reis, ırgat başı hemen bizzat araya girer, ağ çekimine yardımcı olur, daha yüksek tonda aynı şarkıyı söyleyerek ırgatlara enerji verirdi. İki uçtan çekilen ağ, yavaş yavaş düzlük bir rıhtım noktasına doğru toplandı. Ağ daraldıkça, balık sürüsü yoğunlaşır, adeta bir balık havuzu haline gelirdi. Bu aşamada, bir kancabaş balık ağının dışında ve ağın ortalarında yerini alır ve ağa bağlı olarak karaya doğru yaklaşırdı. Böylece sıkışan balıkları ağın içinden kovalarla alınır, teknenin içine boşaltılırdı. Sonraki aşamada, tekneye toplanan balıklar, karada ayırıma tabi tutulur ve sadıklara yerleştirilirdi. Sonra ayırımları tamamlanmış ve sandıklara yerleştirilmiş balıklar kancabaşlara yüklenirdi. Balıkçılar, yemek yedikten, enerji topladıktan ve biraz da istirahat ettikten sonra balık dolu kancabaşlarla yola koyulurlardı.
Nereye giderdi bu balıklar? İstanbul Balıkhanesine. O zamanlar balıkhane, Eminönü’nde, Galata Köprüsünü geçtikten hemen sonra Haliç’in güney sahilinde idi. Düşünebiliyor musunuz? Kancabaşlarda motor yok. İnsan gücü ve kürekle, birkaç ton balık balıkhaneye gider, teslimattan sonra balıkçılar, boş olarak, gene kürekle Eminönü’nden Paşabahçe’ye doğru yola koyulurlardı. Burunbahçe’deki voli mahalinde esas olarak uskumru balığı avı yapılırdı. Burunbahçe, Karadeniz’den gelen uskumru balıklarının bir nevi dinlenme yeri idi. Tabiatiyle, uskumru yanında diğer balıklar da ağlara takılırdı. Onlar da, balıkhaneye sevk edilirdi. Balık avı sabah erken saatlerde yapılırdı. Ağlar toparlandıktan sonra, kuvvetli bir kahvaltı faslı başlardı.
Sabah kahvaltısını anlatayım. Kahvaltı malzemesi, taze ekmek, taze balık tavası ve helvadan oluşurdu. Kahvaltının balıkları, yeni tutulmuş ve karaya sıkıştırılmış balık havuzunun içinden alınırdı. Bir kova balık alınır, kova düz betonun üzerine dökülür, içlerinden uskumru balıkları ile barbunya balıkları seçilirdi. Gerisi, yani diğer balıklar, çizmeli ayak marifeti ile ağın içine ittirilirdi. Kahvaltılık balıklar hemen orada ayıklanır, sonra doğru tavaya giderdi.
Biz 1940 da Paşabahçe’den Kadıköy’e taşınmış ve yerleşmiştik. Balık avını izlemek için sabah saat 6:00 gibi Kadıköy’den amcamın otomobili ile yola çıkar, 7:00 civarında Burunbahçe’ye varmış olurduk. Babam devlet memuru olduğu için bu ilginç faaliyetlere ancak Pazar günleri, hava, ders, başkaca işler vs. gibi şartlar müsait olduğu taktirde katılabilirdik. Ben bu balık avı çalışmalarına sanıyorum 3-4 kez katıldım. Sabah kahvaltısını balıkçı ırgatlarla yaptım, büyük keyif aldım, benzersiz gözlemler yaptım, güzel anılar edinmiş oldum.
Aile olarak, 41,5 dönümlük Burunbahçe’nin 1/30 hissesine sahiptik. Gelirlerin de 1/30 unu alırdık. Ancak, 1960 lardan sonra uskumru balığı tarih olmaya başlayınca, Burunbahçe’deki bu düzen ve arazi kendi haline terkedildi. Aradan yıllar geçti. 1986 yılında, İstanbul Belediye Başkanı Bedrettin Dalan zamanında bu arazi, İstanbul Belediyesi tarafından istimlak edildi. Bir süre sonra da, burada binalar inşa edilerek sosyal tesis kuruldu. Bu tesis zaman içinde geliştirildi, güzel bir dinlence alanı haline getirildi. Günümüzdeki resmini aşağıda görüyorsunuz.
Bir sonraki yazıya ulaşmak için tık layınız.
Bu web sitesi, tarihi değeri olan bilgiler ve örnek niteliğindeki yaşanmış olayları içermektedir. Ayrıntıları bilinmeyen veya önemsenmeyen çok özel ve çok önemli oluşumlar anlatılmaktadır. İlgi duyanların ve araştırma yapanların çalışmalarına ışık tutması ve yardımcı olması amaçlanmıştır.